Monday, January 27, 2020

Hayal

Sizin hiç kafatasınız kesildi mi? Bir pencere açıp beyninize ulaştılar mı? Hareket etse sizi aniden öldürecek bir tümörün beyninizin kıvrımlarında varlığıyla yaşamaya çalıştınız mı? Ben çalıştım. Bundan birkaç yıl önce dayanılmaz baş ağrıları, mide bulantıları, sürekli kusma isteğiyle dolu bir dönemim oldu. Uyumak istiyordum boyuna, çünkü ancak uyuduğumda ağrıyı duymuyordum. Çalıştığım yerde öğle arası bir saatti. Yarım saatlik yolu göze alıp geri kalan yarım saatte evde uyumak için arabama koştuğum günleri bilirim. Pek uzun sürmedi, kardeşten ileri bir dostum doktor olmasının verdiği güvenle mr çektirmemi tavsiye etti. Mr çekilir çekilmez olaylar kendiliğinden aktı. Hastaneye gidişim, uzman bir doktora görünüşüm, hastaneye yatışım, sabah erkenden uyandırılışım, kıyafetlerimi çıkarışım, ameliyat önlüğü giyişim, ameliyathaneye gidişim, narkozdan gözlerimi karartışım, kan ter içinde dudaklarım kupkuru uyanışım, açık kalp ameliyatı geçirmiş ve yaşadığını bağlandığı makine üzerindeki göstergeden anladığım hastalarla dolu yoğun bakımda kalışım, neden sonra servis odasına alınışım, kafamda bir sargıyla kalakalışım, ayakta duramayışım, yürüyemeyişim, ısrarla hayata tutunmaya çalışışım, nefes almaya dua edişim, doğan her günde güneşe dönüp minnettar bakışım. Bütün hepsini öylesine bir acı içerisinde ve öylesine hızlı yaşamıştım ki adeta ben, ben olmaktan çıkmış, bambaşka biri olmuştum. Tüm bunları yaşarken düşüncelerimi toplamam, adeta bir hayat muhasebesi yapmam, bir metamorfoz geçirme sürecimi sonraya saklayayım da o süreçte beni yaşama bağlayan tek isteğimi atlamayayım. Tüm bu süreçler yaşanırken, o acıları çekerken aklımda tek bir şey vardı, o hastaneden sapasağlam çıkmak. Ne kariyer, ne sosyal statü, ne para, ne itibar. Hiçbiri umurumda değildi. Hemen hepsi olmasa da olurdu hastane kapasından başım dik ayrıldıktan sonra. Çok sürmedi, öyle de ayrıldım hastaneden, eski beni bırakıp başkalaşan benin vücuduna girerek. Sizin hiç kafatasınız kesildi mi? Benimkini kestiler, beynimi temizlediler. Dayanamayacak gibi hissettiğim acılar yaşadım ama inadına yaşadım, hayata tutundum, tutunduğum bir 'şey' vardı. Zor muydu, hem de nasıl. Peki sizin hiç umudunuz kesildi mi? Hayallerinizi kırdılar mı?

Sunday, January 19, 2020

Mezarlık

Küçüktüm, ufacıktım. Kara önlüklerimle ilkokula henüz başlamıştım. Her yaz mevsimini köyümüzde geçiriyordum. Köyde vakit geçirmek hoşuma gidiyordu, sayısız akranım vardı ve köy sınırsız bir oyun alanıydı. Köyü seviyordum, ancak mezarlığı ayrı tutarsak. Artık okuduğum hikayelerden mi yoksa dinlediğim masallardan mı olsa gerek, mezarlıktaki ölülerin zamansız canlandığını sanıyordum. Özelikle geceleri mezarlığın yakınlarındaysak peşimizden koşacaklarını, yakalayıp karanlıklara götüreceklerini düşünüyordum. Köyde mezarlığın olduğu sokaktan geçmek istemiyor, mecburen geçecek olsam da yönümü başka tarafa çeviriyor, adımlarımı hızlandırıyor, bir an önce uzaklaşıyordum. Derken ‘dedem öldü’ dediler. Dedemi çok severdim, adı adımda saklıydı. Belki de o yüzden beni ayrı sever gelirdi bana. Henüz o yaşlarda sevdiklerimin öleceğini düşünmemiştim. Mezarlıktaki ölülerin artacağı hiç aklıma gelmemişti önceden. Cenazeye götürmediler beni. Gördüğüm herkes ağlıyordu ama ben tüm bunların bir şaka, bir oyun olduğunu sanıyor, birazdan oyunun bitip herkesin evlerine dağılmasını bekliyordum. Öyle olmadı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ‘dedem nerde?’ dedim, kayıtsız bir gerçeklikle ‘mezarlıkta’ dediler. İşte o an gitmek istedim yanından geçerken bile tir tir titrediğim mezarlığa. Kimindi hatırlamıyorum, bir ele tutundum, mezarlığın olduğu sokağa vardım. Sanki bir vurgundan çıkmışım gibi derin bir nefes alarak uslu adımlarla yavaş yavaş yürüdüm, mezarlığa girdim. O vakitten sonradır ki mezarlıklar benim korktuğum, kaçtığım bir yer değildir. Aksine sevdiğim, içinde bulunmaktan mutlu olduğum bir yerdir. Çünkü sevdiklerim oradadır, başkalarının sevdikleri oradadır. Bilirim ki, mezarlıktan korkanın sevdiği ölmemiştir.

Friday, August 05, 2011

garip ç.

Akşama doğru eve döndüğümde artık enerjim kalmamıştı. Elbiselerimi değiştirmeden öylece kendimi yatağa atabildim. Hava sıcaktı ama ben gittikçe terliyordum ve ateşim yükseliyordu. Gün içerisinde aldığım ateş düşürücüler sanırım etkisini kaybediyordu. Hafiften üşümeye başladım ki üzerimi örtmek durumunda kaldım ama bu da terlememi artıyordu. Halsizlikten neredeyse yerde sürünerek kalktım, kendime soğuk tamponlar hazırladım. Yatağa geri dönüp her tarafımı bu tamponlarla bezedim, ateşimi düşürememiştim ama en azından daha fazla yükselmesinin önüne geçtiğimi hissediyordum. Hissediyordum çünkü ölçemiyordum, evdeki ateşölçeri arayacak takat yoktu artık bende. Derken sızmışım.
Uyandığımda saatler geçmiş olacağını düşünüyordum ama henüz güneş batmamıştı bile. Ateşim hala yüksekti, soğuk tamponları ters çevirerek daha soğuk olan taraflarını kullanmaya karar verdim. Yeni tamponlar hazırlayacak durumda değildim. Bir de acıkmıştım, ancak aç olmama rağmen yemek yiyecek mecalim de yoktu. Neyse ki, başucuma önceden bir şişe su koymuştum ki en azından su içebiliyordum. Çok geçmeden yeniden uykuya daldım.
Gece boyu ateşler içinde ama her seferinde üşümekten üzerimdeki örtüye daha sıkı sarılarak bir uyandım bir uyudum. Bir kaç kez tamponları yine sürünerek yenilemek zorunda kaldım. Yine de ateşi düşüremiyorum ama çabam devam ediyordu.
Ertesi sabah uyandığımda ateşimi biraz olsun düşürebildiğimi fark ettim. Bu da kalkıp kendime kahvaltı hazırlama gücü bulmamı sağladı. Önceki akşamdan aç olmama rağmen ancak bir kahve içip bir haşlanmış yumurta yiyebildim. En azından ilaç içebilecek kadar tokluk sağlamıştım kendime. Tüm günü evde uzanarak, ateşimin daha da düşmesini bekleyerek, enerjimi toparlamaya çalışarak ve hafiften başlayan boğaz ağrımın ağırlaşmasını ummayarak geçirdim.
Ertesi gün boğaz ağrım ağırlaştı. Evden çıkacak gücü de kendimde bulunca doktora görünmeye karar verdim. Doktor boğazımı görür görmez yüzünü ekşiterek “Ne yaptın sen buna” dedi. “Çok mu kötü?” soruma yüzünü daha da ekşiterek yanıt verdi. Bir hafta kullanmam gereken bir kaç ilaç verdi. Bir hafta sonunda bir tüp binlik antiyotiği bitirdiğimde kendimi fena hissetmiyordum.
Aradan kendimi fena hissetmediğim iki günün ardından boğaz ağrısı yeniden başladı. Yeniden doktora göründüm. Doktor bu sefer “tedavi yetersiz kalmış” dedi. İki tüp binlik antibiyotik elimde eve yollandım. Bir kaç gün ilaçları günlük dozunu artırarak kullandım. Kullandığım süre boyunca kendimi uyuşuk, halsiz hissetmekten kendimi alamadım. Ama nihayetinde iyileştiğime kanaat getirdim.
O akşama doğru eve enerji seviyem düşüyor olmasına rağmen ulaşmaya çalışırken başıma tüm bunların geleceğini biliyordum, adım gibi emindim. Hiç itiraz etmedim, “keşke olmasaydı” demedim.

Saturday, June 05, 2010

Moda


Elindeki sopayı yüksekçe tutarak, köpeğinin zıplamasına neden olan adam, tuttu sopayı denize attı. Gözüyle sopayı takip eden köpek hiç düşünmeksizin kendini suya bıraktı. Bilindik köpek yüzüşüyle sopaya kadar yüzdü, sopayı dişleriyle tuttu, gerisin geri yüzemeye devam etti. Atladığı yerden kıyıya çıkamayacağını anlayınca biraz uzağa yüzdü de oradan kıyıya kolayca çıktı. Sopayı adamın eline bıraktı, sonra da yine bilindik köpek silkinişiyle üzerindeki sulardan kurtuldu.

Bu sırada ben sırtımı gövdesine verdiğim bir ağacın gölgesini başka bir köpekle paylaşmaktaydım. Hava günlük güleçlikti. Sağanak yağmur bekleyen hava durumu bültenlerine itibar etmemiş, dışarıdaki güneşe aldanmış, dışarı atmıştım kendimi. Ayaklarım beni Moda sahiline götürmüştü. Etraf oldukça kalabalıktı. Bu kalabalığın arasında sanırım gölgesinde uzanan köpekten olsa gerek bir ağaç altı boş duruyordu. Yavaşça oraya seyirttim. Geldiğimi gören köpek başını usulca kaldırdı, sonra sanki ben yokmuşum gibi pineklemesine devam etti.

Sağımda Moda İskelesi, solumda Kalamış Marinası, önümde Marmara Denizi, üstünde kendini rüzgara bırakmış yelkenler ve en nihayetinde uzaklarda Kınalıada ile enfes bir manzara beni bekliyordu. Burası İstanbul’un en sevdiğim köşelerinden biriydi. İnsana kendisini iyi hissettiren yerlerdendi.

Çantamdan geç tanıştığıma hayıflandığım karşıki adaların yazarı Sait Faik’in kitabını çıkardım. Bana öyle geliyordu ki, iyi insanlarla nedense hep geç tanışıyordum sanki. Sahile inmeden hemen önce büfeden aldığım şişelerin birini açtım. Buz gibiydi. Moda teras’tan hafiften müzik sesi duyuluyordu. Keyfim yerine gelmişti. Evden çıkarkenki ruh halimden eser yoktu.

Başka bir köpek daha altında bulunduğum ağacın gölgesine geldi. Bunu gören yanımdaki köpek hemen ayağa fırladı. Bir güzel hırladı. Hırladığı köpek hiç oralı olmadı, dönüp bir bakmadı bile. Kendisini palas pandıras çimin üzerine bıraktı. Bunu gören hırlayan köpek durdu, uzun uzun yatan köpeğe baktı. Ben de ayaktaki köpeğin boynunu şöyle bir sıvazladım, “sakin ol şampiyon” dedim. Köpek yüzüme baktı, sonra usul adımlarla uzaklaştı.

Sunday, May 02, 2010

Kekova


Güneş batıdan inmeye başlamıştı. Hava kararmak üzereydi. Kaybolduktan sonra uzun uğraşlar sonunda, biraz da içgüdülere güvenerek bir dere yatağından denize ulaşmaya çalışmış, sonunda da denize ulaşıp kaybettiğimiz yolu bulmuştuk. Derecesiz bir yorgunluk vardı üzerimizde ancak karanlığa kalmadan kamp yerine ulaşmamız için durmaksızın yürümemiz gerekiyordu. Nihayet uzaktan kamp kuracağımız çakıllı koyu görünce yüzümüze de inceden bir gülümseme oturdu.Çadırları kurup da kamp ateşini yaktığımızda dalgaların sesi de hafiften fon yarattığında her kampın ardından söylediğim gibi "iyi ki gelmişim" dedim.

Derler ki, İsmet İnönü Meis adasına türk tarafından bakınca "bu kadar yakın olduğunu bilseydim, burayı almak için daha çok uğraşırdım" demiş. İnönü'nün meis'e baktığı yer ile meis adası öylesine bir şekil oluşturmuşlar ki aralarında, meis adası "göz"e, meis'e bakılan yer ise "kaş"a benzermiş. İşte o Kaş'a önceki hafta sonu ulaştık. Amacımız Fethiye'den başlayıp Antalya'da sona eren ve tarihte Likya şehirlerini birbirine bağlayan yaklaşık beşyüz kilometrelik Likya Yolu'nun Demre ile Kekova arasında kalan bölümünde yürümek. yorucu otobüs yolculuğunun ardından sırt çantalarıyla yürüyüşe başladığımızda yeni yerleri keşfetmenin çocuksu heyecanıyla doluyduk.

İkinci gün yürümeye koyulduğumuzda yol üzerinde göreceğimiz enfes manzaralardan habersizdik. Doğa ve deniz öylesine uyumlu bir şekilde güzellikler ortaya koyuyorlardı ki, insanın başı dönüyordu. Daha da çok güzellik görmenin bencilliğiyle yürüyorduk. Ta ki vücutlarımız artık sıcaktan, susuzluktan ve gün boyu yürümeden sıkıntı yaratıncaya kadar. Artık yürüyemez olunca da bir deniz motoruyla geceyi konaklayacağımız aperlai'ye giderken doğayı bir de denizden görmenin mutluluğunu yaşadık.

Aperlai denen yer, antik bir likya kentinin bulunduğu yer. en rahat ulaşım deniz yoluyla yapılıyor. deniz yolunu tercih edilmezse en yakın yerleşim yerine yaklaşık dört saatte yürüyerek ulaşıyorsunuz. Aperlai antik kenti bir sit alanı olmasına rağmen maalesef burada o antik kentten görülecek pek bir şey kalmamış. Ancak buradaki doğal güzellikler insanı kendisine aşık edecek türdendir. Elektriğin güneş panellerinden, suyun ise yağmur suyu depolarından elde edildiği ve topu topu sekiz nüfusun yaşadığı bu yerde konaklamak ise açıkçası masal tadındaydı.

Ertesi gün aperlai ile en yakın yerleşim yeri olan üçağız arasında yürüyüşümüzü yine baş döndürücü güzellikleri geride bırakarak tamamladık. Grubumuz dönüş yoluna geçtiğimizde likya yolu'nun fethiye dolaylarında kalan kısmı için sonbahar'da bir program yapmaya başlamıştı bile. Ben ise likya yolu'nu baştan sona, fethiye'yen antalya'ya yürüyerek tamamlamayı "ölmeden önce yapılacaklar listem"e eklemiştim bile.

Friday, April 09, 2010

hörmın


Doksanbeş yılının yazıydı. Fen lisesine giriş sınavlarına katılmış, sonrasında Adana Fen Lisesi’ni kazanmıştım. Sınav sonucundan hemen sonra Ankara’da bulunan özel bir liseden de davet almıştım. Bu durum ailemde tereddüt yarattı. Hangisinin geleceğim için daha iyi olacağı konusunda fikir birliğine varamayan ailem, sonunda, Ankara’ya gidip oradaki okulu görmeyi, yetkililerle görüşmeyi, sonrasında hangisini tercih edeceğimize karar vermemizin uygun olduğunu düşündü. Ben de abimle birlikte kayıtların başladığı ikinci gün Ankara’ya ulaştık. İyi ki de ikinci gün ulaştık. Zira özel eğitim kurumunun fen lisesi bölümüne burslu öğrenciler için ayrılan kontenjan ilk günden dolmuştu. İkinci gün geldiğimizden bizim için fen lisesi bölümünde değil ama anadolu lisesi bölümünde kontenjan olduğu bildirildi. Kafam karışıktı, Ankara çok uzaktı, burada okumaya karar verirsem sadece yarıyıl ve yaz tatillerinde memleketime ve aileme giderdim. Tanıdığım insanlar yoktu, yeni insanlarla tanışmak gerekti. Adana’da ise anadolu lisesinden tanıdığım insanlar olacaktı. Ve hepsinden öte Erman olacaktı. Erman’la ilkokul beşinci sınıfa giderken atılım dershanesinde başlayan arkadaşlığımız anadolu lisesi’ni birlikte kazanıp aynı sınıfta okumaya başlayınca dostluğa dönüşmüştü. Abimi kenara çektim. Geri dönelim, dedim. Adana’ya gidelim, dedim. Abim, peki, dedi.

Babam Ermanları aradı. Onlar Adana Fen Lisesine kayıt yaptırmışlardı bile(Onun okul numarasının benimkinden önde olmasının sebebi budur.) Ben de abimle ertesi gün Adana'ya geldik. Kaydımızı yapırdık. Kayıt olurken de müdür yardımcısı mahmut dündar’a erman'ın ismini verdik ve aynı sınıfa kayıt olmamızı istedik. O da o işi halletti. Anadolu lisesinden sonra fen lisesinde de erman'la aynı sınıfta buluşmuştuk. Mutluydum. Okulun başlamasının hemen öncesi Pazar günü adana fen lisesi yatakhanesine yerleştik. Ermanla aynı odadaydık. Aynı ranzadaydık. Odaya yerleştikten hemen sonra okulu tanımak maksadıyla bahçeye çıktığımda yanıma uzun boyuyla hemen fark edilen birisi geldi. Sonrasında adının volkan olduğunu öğreneceğim ve sıkı mı sıkı bir dostluğa sahip olacağım bu şahıs bir arkadaşıyla ayrı sınıflara düşmüşlerdi. Acaba onunla yer değiştirebilir miyim diye sormak istemişti. Bu duruma göre ben a sınıfı yerine d sınıfına gitmeliydim. Hiç düşünmeden reddettim. Olmaz, benim a sınıfında arkadaşım var dedim, Sevgili dostum volkan’la ilk buluşmamız bu şekildeydi. O zamanlar benim için ne düşündü bilmiyorum.

Fen lisesi, benim için, erman için ve sanıyorum fen lisesinde yatılı kalan herkes için hayatlarının en önemli dönüm noktalarındandır. Ergenlik dönemiyle birlikte kişiliğin, karakterin oturduğu bu dönemlerde kurulan dostluklar öylesine sağlam temellere dayanmıştır ki, aradan onbeş yıl geçse de bugün hala ilk günkü gibi sıcaktır. O yıllarda erman’la olan ilişkimiz dostluktan kardeşliğe evriliyordu.

Sonrasında ortaöğretim başarı puanı için fen lisesinden ayrılıp iskenderun’da düz liseye geçtiğimizde de birlikteydik erman’la. Yine aynı sınıftaydık. Aynı dersanedeydik. Tesadüf müdür, sanıyorum kader değildir, aynı üniversiteyi de kazandık. Bu sefer fark vardı ama, aynı bölümde değildik. Aynı yurtta farklı odalarda kaldık. Ben dayanamadım, ermanın odasına geçtim. Sonra aynı eve çıktık sevgili dostum emre'yi de yanımıza alarak. İlişkimiz, kardeşlikten kardeşten ileriye evriliyordu.

Mezun olunca işler değişti. Kariyer denen meret aramıza girdi, o yolunu yurtdışında çizdi, bense şansımı istanbul’da aradım. Artık daha seyrek görüşüyorduk. Ancak her görüştüğümüzde de daha dün görüşmüşçesine sıcaktı muhabbetimiz. İlişkimiz kardeşten ileriden “o benim kanım değil, o benim canım” noktasına evriliyordu.

Sevgili dostum ermanı yirmi yıl önce tanıdım. Arada kavgalarımız oldu, birbirimize küstük, darıldık, bazen yüzümüze söyleyemediklerimizi içimizden söyledik, bazen yüzümüze de söyledik. Ama dostluğumuz kesilmedi; kimseye söyleyemediklerimizi, sırlarımızı, aşklarımızı, acılarımızı birbirimize anlattık.

Sevgili dostum erman geçtiğimiz hafta sonu evlendi. Daldan uçtu. Ve iyi ki de uçtu. Gayet mutluydu, keyifliydi. Sevgili yengem gayet mutluydu, keyifliydi. Birbirlerine yakışıyorlardı. Onları öyle görünce garip bir sevinç yaşadım. Hopladım, zıpladım, oynadım. Sonra enteresan bir şey de oldu. Sevgili dostum emre’yle dışarıda hava alırken erman'la yaşanan yirmi yılı düşündüm. Gözüme toz kaçtı, gözlerim sulandı, baktım gözüne toz kaçan sadece ben değilim.

Hemen içeri girdim, ermanı ve yelizi gördüm, tekrar sevinç kapladı içimi. Ermanla ilişkimiz “o benim kanım değil, o benim canım”dan isimlendiremeyeceğim bir noktaya doğru evriliyordu.

Kendisini ve yelizi tekrar tebrik ediyorum. Mutluluklarının ilk günkü kadar taze kalması ümidiyle...

Wednesday, February 10, 2010

Kar


Beni yakından tanıyanlar bilirler ki karsever biri değilimdir. Karsever biri olmamam için bir sürü sebep sıralayabilirim.

Birincisi, ilk gençlik yıllarına kadar olan yaşamını “yalnız ve güzel ülke”min güneyinde geçirmiş ve oradan hiç çıkmamış biriyim. Amanos dağlarının tepelerindeki krema görünümlü olanları saymazsak kar görmemiştim Ankara’yı görene dek. Sene doksan sekizdi. Güneyde sımsıcak bir yazı geride bırakarak sonraki beş yılımı geçireceğim Ankara’ya ulaşmıştım. Ankara’nın havası bir başkaydı. Griydi ve boğucuydu. Yanlış hatırlamıyorsam Aralık ayının ortasıydı. Hava alışık olmadığım derecede soğuktu. Derken akşam vakti, gökten usul usul kar yağmaya başladı. Benim gibi ilk kez kar yağışını tecrübe edenler kendilerini dışarı attılar. Bir mutluluk halinde saçlarının kardan ağarmasını gördüler. Eşi dostu telefonla arayıp, “heyyy! burda kar yağıyor yaw” diye haber salıp da mutluluğumuzu paylaşmıştık.

İkincisi, kar aslında gayet sinsi bir yağıştır. Bunu anlamam geç olmadı. Benim gibi yağmura alışık olanlar yağıştan sonra yağışa dair iz bulmazlar. Nitekim yağmur yağar, sonra su yolunu bulur; deredir, rögardır, kanaldır diyerek ortadan kaybolur. Ama sinsi kar, bir megaloman edasıyla yağdıktan sonra da kendini hissettiriyordu. Ortadan kaybolmuyordu. Hoş, bu durumdan da eğlence çıkarmıştık. Arkadaşın ensesinde kartopu patlatma gayet eğlenceliydi mesela. Nerden bulunduğu bilinmeyen bir merdiveni devrim stadının tribün yolunda sekiz on kişi binip yokuş aşağı kaydırmak, sonrasında bir çam ağacına ya ortadan ya yandan çarpmak, çarptıktan sonra da çil yavrusu gibi sağa sola dağılmak gayet eğlenceliydi. Ama eğlenceli olmayanlar da vardı. Buz üstünde kaymak, sonra ayaklar havada kalçaüstü yere düşmek, düşerken başı sağa sola çarpmak da vardı. Bunları görünce kar konusunda hafiften kıllanma eğilimleri belirdi bende.

Üçüncüsü, ve kıllanmanın nefrete dönüştüğü mevzu, kar tehlikeliydi. Durduk yere insanın hayatını riske atabilirdi. Ankara’nın soğuk bir kış gününde bölümden ayrılıp eve doğru yollanmıştım. Eve ulaşmam için yüzüncüyıl tarafındaki kapıya doğru katıröldüren yokuşunu tırmanmam, kapıdan çıkmam ve sonrasında yolun sağında kalan arazide bayır aşağı yürümem ve işçi bloklarına ulaşmam gerekiyordu. Katıröldüren yokuşuna vardığımda kar yağışı başlamıştı. Kapıdan çıkıp bayır aşağı yürümeye başladığımda ise tipiye dönüştü. Tipi öylesine keskindi ki, kar taneleri bir kurşun gibi yüzüme gözüme vuruyordu. Önümü görebilmem için gözlerimi kısmam gerekiyordu. Bazen de basbayağı kapamam. Buna rağmen eve bir an evvel ulaşmak için palas pandıras yürüdüm, yürüdüm. Derken kendimi bir kar havuzunun içinde buldum. Neyse ki, derin değildi ama boyuma kadar kar vardı. Hemen ellerimi kullanarak göğsüme kadar olan karı yüzeyden sıvadım. Etrafı daha rahat gördüm böylece. Bir binanın temel kuyusundaydım. Gözlerimi kısa kısa ilerleyince fark etmemişim demek ki ve hop diye düşmüşüm. Gülsem mi ağlasam mı anlamadım. Bu kuyudan tek başıma çıkmam için basbayağı uğraşmam gerekecekti. Neyse ki, benim peşimden gelen saygıdeğer bir dostum benim birden ortadan kaybolmamdan işkillenmişti de ağır ağır ilerleyerek beni bulmuştu. Küfürlü kahkahalar eşliğinde kuyudan çıkmıştım da eve varmıştım.

Tüm bu yukarıda saydığım sebeplerden dolayı çoğu insanın aksine kardan hazzetmem. Bu sebeple pek çok dostumun ısrarla davet ettikleri kayak, snowboard gibi etkinliklere katılmayı istemedim.

Geçtiğimiz haftasonu daha önce buraya kışın da gelmeliyiz dediğimiz (http://ahmetatacan.blogspot.com/2009/10/tarakl-goynuk-cubuk-golu-mudurnu-abant.html) Abant’ta kar yürüyüşü teklifini nedense kabul ettim. Panoramik manzara zaten güzeldi de buz tutan gölü ve yağan karla birlikte büyüleyici seviyesine yükselmişti. Büyüyü yaratan sanırım kardı. ve kara karşı olan nefretim bir nebze de olsa azaldı.