Wednesday, February 10, 2010

Kar


Beni yakından tanıyanlar bilirler ki karsever biri değilimdir. Karsever biri olmamam için bir sürü sebep sıralayabilirim.

Birincisi, ilk gençlik yıllarına kadar olan yaşamını “yalnız ve güzel ülke”min güneyinde geçirmiş ve oradan hiç çıkmamış biriyim. Amanos dağlarının tepelerindeki krema görünümlü olanları saymazsak kar görmemiştim Ankara’yı görene dek. Sene doksan sekizdi. Güneyde sımsıcak bir yazı geride bırakarak sonraki beş yılımı geçireceğim Ankara’ya ulaşmıştım. Ankara’nın havası bir başkaydı. Griydi ve boğucuydu. Yanlış hatırlamıyorsam Aralık ayının ortasıydı. Hava alışık olmadığım derecede soğuktu. Derken akşam vakti, gökten usul usul kar yağmaya başladı. Benim gibi ilk kez kar yağışını tecrübe edenler kendilerini dışarı attılar. Bir mutluluk halinde saçlarının kardan ağarmasını gördüler. Eşi dostu telefonla arayıp, “heyyy! burda kar yağıyor yaw” diye haber salıp da mutluluğumuzu paylaşmıştık.

İkincisi, kar aslında gayet sinsi bir yağıştır. Bunu anlamam geç olmadı. Benim gibi yağmura alışık olanlar yağıştan sonra yağışa dair iz bulmazlar. Nitekim yağmur yağar, sonra su yolunu bulur; deredir, rögardır, kanaldır diyerek ortadan kaybolur. Ama sinsi kar, bir megaloman edasıyla yağdıktan sonra da kendini hissettiriyordu. Ortadan kaybolmuyordu. Hoş, bu durumdan da eğlence çıkarmıştık. Arkadaşın ensesinde kartopu patlatma gayet eğlenceliydi mesela. Nerden bulunduğu bilinmeyen bir merdiveni devrim stadının tribün yolunda sekiz on kişi binip yokuş aşağı kaydırmak, sonrasında bir çam ağacına ya ortadan ya yandan çarpmak, çarptıktan sonra da çil yavrusu gibi sağa sola dağılmak gayet eğlenceliydi. Ama eğlenceli olmayanlar da vardı. Buz üstünde kaymak, sonra ayaklar havada kalçaüstü yere düşmek, düşerken başı sağa sola çarpmak da vardı. Bunları görünce kar konusunda hafiften kıllanma eğilimleri belirdi bende.

Üçüncüsü, ve kıllanmanın nefrete dönüştüğü mevzu, kar tehlikeliydi. Durduk yere insanın hayatını riske atabilirdi. Ankara’nın soğuk bir kış gününde bölümden ayrılıp eve doğru yollanmıştım. Eve ulaşmam için yüzüncüyıl tarafındaki kapıya doğru katıröldüren yokuşunu tırmanmam, kapıdan çıkmam ve sonrasında yolun sağında kalan arazide bayır aşağı yürümem ve işçi bloklarına ulaşmam gerekiyordu. Katıröldüren yokuşuna vardığımda kar yağışı başlamıştı. Kapıdan çıkıp bayır aşağı yürümeye başladığımda ise tipiye dönüştü. Tipi öylesine keskindi ki, kar taneleri bir kurşun gibi yüzüme gözüme vuruyordu. Önümü görebilmem için gözlerimi kısmam gerekiyordu. Bazen de basbayağı kapamam. Buna rağmen eve bir an evvel ulaşmak için palas pandıras yürüdüm, yürüdüm. Derken kendimi bir kar havuzunun içinde buldum. Neyse ki, derin değildi ama boyuma kadar kar vardı. Hemen ellerimi kullanarak göğsüme kadar olan karı yüzeyden sıvadım. Etrafı daha rahat gördüm böylece. Bir binanın temel kuyusundaydım. Gözlerimi kısa kısa ilerleyince fark etmemişim demek ki ve hop diye düşmüşüm. Gülsem mi ağlasam mı anlamadım. Bu kuyudan tek başıma çıkmam için basbayağı uğraşmam gerekecekti. Neyse ki, benim peşimden gelen saygıdeğer bir dostum benim birden ortadan kaybolmamdan işkillenmişti de ağır ağır ilerleyerek beni bulmuştu. Küfürlü kahkahalar eşliğinde kuyudan çıkmıştım da eve varmıştım.

Tüm bu yukarıda saydığım sebeplerden dolayı çoğu insanın aksine kardan hazzetmem. Bu sebeple pek çok dostumun ısrarla davet ettikleri kayak, snowboard gibi etkinliklere katılmayı istemedim.

Geçtiğimiz haftasonu daha önce buraya kışın da gelmeliyiz dediğimiz (http://ahmetatacan.blogspot.com/2009/10/tarakl-goynuk-cubuk-golu-mudurnu-abant.html) Abant’ta kar yürüyüşü teklifini nedense kabul ettim. Panoramik manzara zaten güzeldi de buz tutan gölü ve yağan karla birlikte büyüleyici seviyesine yükselmişti. Büyüyü yaratan sanırım kardı. ve kara karşı olan nefretim bir nebze de olsa azaldı.