Saturday, May 23, 2009

Kuzey Ege


“Yalnız ve güzel ülke”min bakımsız ve bozuk yollarını sarsıla savrula aşıp Sarmısaklı’ya ulaştığımızda uzun yolculuğun yorgunluğu yerini yeri yerler görmenin heyecanına bıraktı. Henüz dükkan kepenkleri açılmamış, kafelerin masaları sokaklara taşmamıştı. Deniz bir inci topluluğu kumsalıyla davet ediyordu bizi kendisine. Sıcak bir sahil yürüyüşüyle hem doğan güne bir merhaba çaktık, hem de şipşirin bu şehre.

Öğleye kadar olan vakti Ayvalık turuna ayırdık ancak sadece Eski Ayvalık olarak bilinen ve cumbalı evleriyle kendisine has bir doku barındıran daracık ama sıcak mı sıcak sokakları dolaşabildik. Gerisine vaktimiz kalmadı çünkü bizleri Cunda’ya bırakacak tekne hazır bekliyordu.

Tekneyle karaya oldukça yakın duran küçük mü küçük adaların arasında yol aldık. Cunda’nın açık denizden bir hazineymiş gibi sakladığı koyları seyre daldık. Deniz öylesine durgun, öylesine sakindi ki hiç çekinmeden “burası büyük bir havuz.” diyebilirdiniz. Koyun, rengini kendisine gölge veren ağaçlardan alan berrak sularına ise biraz şaşkınca biraz da kıskançlıkla bakıyorduk geldiğimiz şehirlerde böylesine renkleri göremeyen bizler.

Tekne öğleyi biraz geçe Cunda Adası’na bıraktı bizleri. Cunda’ya öteden beri “ada” deniyor ama gel gelelim burası dört tarafı sularla çevrili bir yer değil. Ana karaya yakın bir yerden ada ile anakara arasında deniz doldurularak bir alan yaratılmış, bu alana da karayolu yapılmış. Böylece Cunda’ya karayoluyla da ulaşmanız mümkün olmuş.

Şükür ki, adanın güzelliği öylesine göz alıcı ki motorlu taşıtlar bile bunu bozamıyor. Cunda, sahilinde çeşit çeşit renkli kafeleri, çay bahçeleri, tepe yamaçlarında özenle korunmuş eskimeyen evleri, tepesinin zirvesinde restore edilmiş kitaplıklı yel değirmeni ve karıncaların su içebileceği eşsiz koylarıyla bir masal yeri gibi. Koylarında yaşadığımız şaşkınlık karaya çıktıkça artıyor, o kadar artıyor ki biraz sonra kendisini unutturuyor ve sevinçli bir yüz ifadesine dönüşüyor.

Akşam vakti gün batımını izlemek için şeytan sofrası denilen tepeye çıktığımızda buraya gelmekle ne kadar doğru bir tercih yapığımızı anladık. Güneş ufuktan kaybolmaya inerken önünde bulunan irili ufaklı adalar renkten renge giriyordu. Adaların renkleri değiştikçe çevreleyen deniz de kendini tutamayıp maviden laciverde, lacivertten siyaha geçiyordu. Tüm bunlara sebep olan güneş ise sarıdan turuncuya, turuncudan kırmızıya, kırmızıdan kızıla ulaşıp renk cümbüşü içinde adeta dans ediyordu. Biz ise daha önce gördüğümüz binlerce gün batımının arasında bugünkünü nereye koyacağımızı bilmeden kutsal bir ayindeymişçesine yönümüzü güneşe dönmüş kaybolmasını bekliyorduk.

Cunda’da gece eğlenceleri için farklı alternatifler mevcut. Bu alternatifler arasında yunan tavernasını seçtik. Korunmuş sade binasında orta yaşlarından çoktan uzaklaşmış yunan şantözün Türkçe ve yunan şarkıları eşliğinde tabakların un ufak edildiği, balıklarla içkilerin koyun koyuna servis edildiği tavernadan daha uygun bir yer olamazdı eğlenmek için. Öylesine güzel müzikler çalıyordu, öylesine sıcak ve candan bir atmosferi vardı ki orada zaman adeta duruyor, kendimizi adeta duran zamanın içinde kaybediyorduk. Ve neden sonra müzik durduğunda büyü de sanki bozuluyor, biz de ancak o zaman kendimize geliyorduk ki, pistte şaşkın şaşkın etrafa bakarken buluyorduk kendimizi. Gece uzadıkça eğlencenin düzeyi de artıyordu ancak grubumuzun bitmeyen enerjisine maalesef ayak uyduramadı ki, uydurmasını beklemek de fazla iyimserlik olurdu. Vakit gece yarısını çoktan devirdiğinde mekandan ayrıldık. Otele gitmeden önce çıplak ayakla yapılan bir kumsal yürüyüşünün ardından sahile oturup denizi dinlerken parlayan yıldızlara bakmak bu masalsı adada iyi yürekli yaramaz bir perinin sürpriz bir armağanıydı adeta.

Ertesi gün bir Pazar günü için erken sayılabilecek saatlerde kahvaltımızı bitirip yola koyulduk. Henüz öğle olmadan Kaz Dağları’nda bulunan milli parka ulaştık. Ulaşır ulaşmaz da birkaç adım yakınınızda bulunan birini duymanızı engelleyen coşkulu gürültüsüyle bir şelale karşıladı bizi. Akan suyun kayaları oyduğu, çevresindeki heybetli ağaçların da anne şefkatinin uyuyan yavrusunun üstünü örttüğü gibi sarmalayan dere boyunca tırmandık. Bu oksijen denizinde tırmandıkça açıldık, açıldıkça tırmandık. Derenin bir yerde genişleyerek göle dönüştüğü ve efsanevi bir hikayeye mekan olan Hasanboğuldu’da yönümüzü geri çevirdik ve inişe geçtik.

Sonraki durağımız Adatepe idi. Adatepe bir dağ köyü. Ancak onu herhangi bir dağ köyünden ayıran birçok özelliği var. Bunlardan biri yıllar boyu itinalı bir biçimde korunmuş ve becerikli bir ressamın elinden geçmişçesine renkli mi renkli evleriydi. Bu evleri barındıran dar sokaklar sarıp sarmalayıp bir büyünün orta yerine bırakıyordu içinden geçenleri. Köyün kemen yanında bulunan Zeus Altarı ne kadar eski olduğu bilinmeyen zamanlarda kurban kesimi için kullanılmış. Tanrıları memnun etmek için olsa gerek burası oldukça ürkütücü bir uçurumun hemen üzerinde. buradan baktığınızda Altınoluk şehri pek bir küçük, Ege Denizi ise pek bir engin görünüyordu.

Dönüş yoluna çıktığımızda vakit akşama geliyordu. Savrula sarsıla bir yolculuğa çıkmadan önce bu kısacık iki günde gördüğümüz onca güzelliği geride bırakmak biraz üzüyordu hepimizi ki “acaba uzatsak mı şu geziyi?” düşüncesini aklımızdan silmekte zorlanıyorduk.