Wednesday, September 26, 2007

gözlük

Doktorları kendime yakın bulurum. En yakınlarımın arasında hatırı sayılacak kadar doktor bulunması bunun bir sebebi olabilir. Pek çekinmem onlardan. Buna rağmen çok fazla alışverişim de olmaz onlarla. Sıklıkla hasta olan birisi değilimdir. En önemli rahatsızlığım beş sene önce yaşadığım pnömotoraks. Hem de spontane olanından. Spontan pnömotoraks olduğum dönem kişisel tarihimde önemli bir yer tutar. Bir kilometre taşı gibidir. O zaman yaşadıklarımı detaylı olarak yazıp kayda geçirmeyi hep istemişimdir. Ama o dönemki ruhumu tam anlamıyla yansıtamayacağımı düşünerek bir türlü gayrete gelemedim o konuda. Ancak elbette bir gün yazacağım onları. Pnömotoraks olduktan sonraki beş yıl içinde iki kez doktorlarla ticari ilişki içinde oldum. Birincisi askerden geldikten sonrasıydı. Ayaklarımda mantar vardı. Çok fazla iz bırakmadı bu ilişki bende. İkincisi ise bırakacak gibi.

Geçenlerde kaşındım, göz kızarıklığı şikayetiyle doktora görünmek istedim. Aldım randevuyu vardım hastaneye. Beni bekliyorlarmış zaten. Doktor hanım bana bir sürü sorular sordu, hepsini cevapladım, röntgen çekti, tansiyon ölçtürdü, bir sürü ıvır zıvıra baktırdı, sonra yine sorular sordu, ben yine dürüstçe cevapladım. En sonunda yoruldu, reçete yazmaya koyuldu. İki tane damla yazdı. Nasıl kullanacağımı açıkladı. Buraya kadarki gelişmeler beklediğim gibiydi zaten. Sürpriz birazdan çıktı ortaya. Bir reçete daha çıktı masaya. İki rakam yazıldı iki yanına, altına da dereceler. “Bu da gözlük” dedi.

Aksesuarları pek sevmem. Saat bile kullanmam. Şimdi gözlük mü takacaktım? Kartal gözü gibi gözlerim vardı. Övünürdüm. Demek bozulmuş. Kendimi çok kötü hissettim. Sevgili dostum erman the örm’ün diş tellerini taktığı dönem geldi aklıma. Morali çok bozuktu. Ağzını bıçak açmıyordu. Bir hafta sürdü bu. Sonrasında sıkıştırdık ermanı emreyle. Söyledi. Diş teli takması lazımmış. Güldük. Dalga geçtik. “olum ne güzel aksesuar işte” dedik. “Havan olur” dedik. “Bak bir sürü insan gözlük takıyor, sen tel takacaksın çok mu” dedik, “üstelik seneye çıkaracaksın sen, onlar sürekli takacak” dedik. Moral verdik.

Ulan biliyorum ermana dediklerimiz şimdi benim için de geçerli. Ne var yani azıcık gözümüz bozulduysa, üstelik nokta yirmibeş numara. Takarsın gözlüğü, biter iş. Herkes takmıyor mu? Ne diye bozuluyorsun, di mi? Evet haklıyım, biliyorum haklıyım. Ama o sözleri ermana biz demiştik. Şimdi ise bu sözleri kendime kendim söylüyorum. Sorun da bu aslında! Görüyorum.
Çok yalnızım be masa!

Friday, September 07, 2007

daha gencim


Yürümeyi oldum olası severim. Vakti zamanında Taksim’den kalkıp Sultanahmet’e yürüdüğümü, oradan geri dönüp karaköy kabataş beşiktaş ortaköy kuruceşme bebek rumelihisarı baltalimanı güzergahını kullanarak boğazın batı yakasının neredeyse tüm sahil şeridini katettiğim de olmustur. Sonrasında "ulan geceyi burda mi geçirsem?" diye iç gecirsem de durakta gördüğüm bir otobüs yardımıma koşmuştu da beni Taksim’e geri getirivermişti.

Simdilerde ise işin içine biraz daha doğa katıyorum. Yalova yaylalarında, abant ormanlarında, bolu dağlarinda, marmara adalarında, trakya kırlarinda kendimi parkura bırakıp saatlerce yuruyorum. Arada benzin niyetine sucuk ekmek alıyorum. Bir de akşamlari eve dönerken bilerek ve isteyerek iki durak önce iniyorum ki şöyle siz deyin on, ben fazla diyeyim onbeş dakika yürüyorum. Yürürken de ara sokakları tercih ederim. Ki, sokağın sesini duyayım. Bu sokaklarda oyun oynayan çocuklar, köşede oturup sigara içen genç delikanlılar, evde yemek pişerken sokakta onu bunu çekiştirmeyi seçen ev hanımları falan olur. Böyle sokakları severim. Gün boyu ofiste çalışıp da kendimi akvaryumda yalnız balık gibi hissettiğimden böyle sokaklar dışarıda da bir hayatın olduğunu ve benim de onun bir parcası olduğumu hatırlatır. Hayata tutamak arayan benim için bu sokaklar pek önemlidir.

Geçen gün yine bu sokakların birinde yakan top oynayan çocuklar vardı. Tüm sokağı kendilerine oyun alanı yaptıklarından geçerken oyunlarını bozacaktım. Ben geçerken aralarından haylaz bir çocuk "durun, adam gecsin" dedi. O sözü duymamla dengemi kaybedip neredeyse düşüyordum. Çocukluğum geldi aklıma, ilk gençlik yıllarım, ilk aşkım, üniversite falan. Hala genç ve diri hissediyordum kendimi. Ama bu çocuk beni "adam" yapmıştı. İcim burkulmustu. Yaşlanmış mıydım şimdi ben? Adam mı olmuştum. Bu çocuklar oyunlarına almayacak mıydı beni? Otobüste bana yer de verirlerdi yakında. Vay anasını, gençlik de uçup gitmiş miydi? Ve benim haberim bile olmamış mıydı? Böylesine zalim miydi hayat, soğuk muydu, hain miydi, acımasız mı?
Oylesi kalmıştım, yürüyemiyordum iste. Belki saatlerce kalacaktım orada ki, oyundaki küçük kızlardan biri yardımıma koştu, "o adam değil ki, abi o" dedi. Tanrim! Damarlarıma tekrardan kan dolmaya, hücrelerime yürümeye başladı. Vücudum tekrardan ısındı, döndüm bir bakış attım küçük kıza, başımı sallayaraktan bir de teşekkür gönderdim. O ise bilgiçce arkadaşına laf yetiştiriyordu. "Adam diye yaşlılara denir" dedi. Ohhh. Adımımı attım nihayet. Yüzüme jack nicholson'unkine benzer hınzırca bir gülüş yerleştirdim. Yoluma devam ettim.

Wednesday, September 05, 2007

edirne


Hava az bulutlu, hafif serin. Yolda gurbetçi arabalarından başka araç bulunmuyor. Ben ise eski mi eski bir dostum ile birlikte son sürat arabamızda ilerliyorum. Etrafta çatlamış toprakların üzerinde geniş mi geniş ayçiçeğii tarlalari var. Aracın penceresini hafiften açıp, birer sigara yakıyoruz. Vazgeçemediğimiz hüzünlerden bahsediyoruz.

Çok gecmeden edirne şehrine giriyoruz. Edirne enteresan bir şehir. Şehrin ortasında selimiye camii var. Yaninda durup camiiye şöyle bir dışarıdan bakiıoruz. `Maşallah` diyoruz, `adam yapmış be`. Camii ile ilgili yorumlarımız bu sözlerin ötesine geçmedigi gibi, içeri girip gezme ihtiyacı da duymuyoruz. Cünkü vaktimiz dar.

Sehir bu camii merkeze alıp cevresine kurulmuş. Bu haliyle paris`i andiriyor. O da eyfelin etrafına kurulmuş, yani öyle diyorlar. Ben görmedim ama sevgili dostum erman the örm görmüştü, ama bizi hiç bilgilendirmemişti. Bu vesileyle kendisini kınıyorum. Şöyle kısa bir sehir turu yapıyoruz. Tabii ki gözlerimiz yeni bir şehre ilk kez gelen her genç erkeğin yaptuğı gibi şehrin kızlarına takılıyor. `Buranın kızları nasıl acaba` diye bakıyoruz da, `maşallah diyoruz. Çoğunluğu türk hatun standartlarından daha uzun boylu olmakla birikte slav ırkı gibi sarışın ve kumrallara rastlıyoruz. Aralarında esmer bulmak mümkün değil. Şehrin erkekleri de böyle olduklarından bizim gibi esmer mi esmer gençlere bu şehirde potansiyel taleplerin yüksek olduğunu gözlüyoruz. Zaten gördüğümüz hatunların hemen hepsi ile kesişiyoruz.

Dogru trakya üniversitesine gidiyoruz, gidip kampüsü gorelim, ögrencileri görelim ve şehri ziyaretimizin sebebi olarak kan verelim istiyoruz. Kampüse girmemiz cok kolay. Odtüdeki gibi kastırık giriş görevlileri yok. Gezmek istiyoruz dediğimizde içeri buyur ediyorlar. Kampüs beklediğimiz gibi yeşil mi yeşil. Yerleşim düzenli mi düzenli. Odtü gibi genis ormanlıklara ve çeşitli sosyal binalara sahip olmasa da şirin görünüyor gözümüze. Lakin yaz sonu olduğundan heralde etrafta çok fazla öğrenci göremiyoruz. Biz de işimizi halledip "o zaman gidelim abijim" diyoruz.

Yine vakit darlığından kırkpınar çayırına ve meriç kıyısına uğramadan şehirden ayrılıp rotamızı lüleburgaz olarak belirliyoruz.

Saturday, September 01, 2007

Daldan Bir Kuş Daha Uçtu


Tam on iki yıl önce hayat kümelerimizin kesişimlerinin boş küme olmadığını anladığım sevgili dostum emre the taze damat'in düğün merasimi sebebiyle geçen hafta sonunda antakya'daydım. Daha bir kaç saat önce antakya seyahatimden döndüm. Yorgunum ancak sıcağı sıcağına yazmak istiyorum. İşbu mail bu sebepten yazılmıştır.

Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından cumartesi sabahı antakyaya ulaştım. Benden evvel oraya ulaşan mehtap serkan çifti ile buluştum. Önce kahvaltı yapalım dedik, yaptık. Sonra eşyalarımızı bırakalım dedik, kalacağımız yere bıraktık. Sonra şu müzeyi görelim dedik. Gördük. Daha önce bir çok kez gezmiş olduğum için tur rehberliğini de ben yaptım. Sonra harbiyeye gidelim, dedik. Gittik. Şelaleyi görelim dedik. Gördük. Yemek yiyelim dedik. Yedik. Sonra "ulan düğün var, biz turist modunyayız, yürüyün düğüne" dedik. Yürüdük.

Gelin ve damadın yakın dostu olarak, üstelik genç, yakışıklı, kendine güvenen ve bekar biri olarak tüm gözlerin üzerimde olacağı aşikardı. Genç kızlar beni kesip kesip duracaklardı. Hazırlıklıydım buna. Yine de şıklık yarışında damadın önünde yer almak istemememden dolayı çok fazla ön plana çıkmak istemedim. Traş oldum, merter malı pantolonumun üzerine bahariye malı gömleğimi geçirdim. Kravatım yoktu, yolda alırım diye düşündüm.

Bastık yola çıktık. Damadin evine vardık. Geçen yıl sevgili dostum serkan the bayat damat'ın düğününde olduğu gibi davul ve zurnacıyla ilgilenme görevi tecrübemden dolayı bana verildi. "Abi davulu ben çalarım, zurnayı da serkan üflesin" önerim kabul görmeyince davul ve zurnacılarla yola çıktık. Vardık gelin evine. Gelin evine gelince önce etrafı bir kolaçan ettim. Genç kızların yoğun olduğu bir bölüme varıp davulcuya "vur davula dayı" dedim. Eğlence başladı. Az sonra damat tarafı da geldi. Ortalık hareketlendi. Gelini almaya vardık. Sitenin genç delikanlıları "vermeyiz" dediler. "Vermezseniz kaçırırız" dedim. Dönüp bakma nezaketini bile göstermediler. "Dağıtırım lan burayı" dedim, ııh, herifler muhatap almadılar beni. Ben de sustum. Neyse ki, emre halletti olayı, yoksa evi ateşe vermenin planını neredeyse yapmıştım.

Aldık gelini, çıktık tura. Orası senin burası benim, konvoy halinde turladık antakyayı. Sevgili serkan the sarıhan, yaramaz bir çocuk gibi konvoyun bir önünde bir ardındaydı. "Adam gibi dur lan sıranda, konvoyu bozma" diye uyardım. En arkaya geçtik. Konvoyu takip ettik. Ama bu da çok sıkıcı geldi bize, "git lan ne yaparsan yap" dedim, sevindi, tekrar öne geçti, aralara girdi filan.

Konvoydan ayrıldık, "künefe molası" verdik. Sonra da artık düğün vaktidir deyip, düğün mkanına vardık. Sağolsunlar havuz başında masamızı ayırmışlar. Pisti de görüyor. Sınırsız yemek var. Sınırsız içki var. Ohhh. Etrafta "o kız" da var. Gözümü alamıyorum zaten.

Yemeğimizi yedik, içkilerimizi içtik. Müzik başlayınca da kendimizi piste attık. Arada içki molası verdik. Diğer tüm zamanlar dansa devam ettik. Masalar toplanmaya başladığında vakit gece yarısını geçmişti. Yorulmuştuk. Keyifliydik.

Sonra gelini aldık, damadı aldık. Otele götürdük. Odalarına kadar bıraktık. Sonra öpüştük, ayrıldık.

Sevgili dostum emre the taz damat ile aysel the taze gelin pek keyifliydi. Yüzlerinden mutluluk saçılıyordu. Birbirlerine pek de yakışıyorlardı. "Maşallah" diyorum ve yeniden tebrik ediyorum, gözlerinizden öpüyorum.

Sevgili Dostlarim!

Daldan bir kuş daha uçtu. Daldaki kuş sayısı gittikçe azalıyor. Varsın azalsın, böyle keyifli günler göreyim de.

Düğün öncesi resimleri için
http://www.flickr.com/photos/86399250@N00/